ASMAKAT
Klasik Batı Edebiyatı Fanzini
Ekim 2021 Sayı: 3
Guarini
içindekiler
- Giovanni Battista Guarini (İtalyan Edebiyatı)
- Guarini, Seçme Şiirler
- François Guizot (Fransız Edebiyatı)
- Guizot, “Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine” (Kısa bir bölüm)
GIOVANNI BATTISTA GUARINI
Hayatı:
Guarini, 10 aralık 1538’de Ferrara’da, soylu bir ailede doğar.
Babası, Francesco Guarini’dir. Dördüncü kuşaktan büyükbabası ise;
Guarini soyunun temellerini, 15.yüzyılda Ferrara’da atmış olan,
hümanist Guarino da Verona’dır. Guarini; önce Pisa’da, sonra da,
Padova’da öğrenim görür ve 1557’de 19 yaşındayken, retorik
profesörlüğüne atanarak, retorik ve ahlak felsefesi dersleri vermeye
başlar. Daha sonra, üniversitede sekreter olarak çalışır. Bu arada,
kendine kalan büyük miras sayesinde, soylu bir kız olan Taddea de
Bendedei ile evlenir. 1563’de, Scipion de Gonzague’nün Padova’da
kurduğu, “Etherese Akademisi” ‘nin başına geçer.
1567’de, son Ferrara dükü olan 2.Alfonso d'Este’nin hizmetine
girer. Bu hizmet süresi içinde; 1570-71 arasında Torino’ya, 1574-75
arasında ise Roma, Venedik ve Polonya’ya elçi olarak gönderilir.
Orada, dük Alfonso’ya Polonya tacını kazandıran görüşmelere katılır.
Guarini, sarayda, dükün hizmetinde olan Tasso ile tanışır ve
onunla çok iyi dost olur. Ancak, 1579’da, kültürsüz ve acımasız biri
olan dük; devamlı genç bayanlarla gezen Tasso’yu, ruhsal
dengesizlikten kaynaklanan davranış bozukluğu gerekçesiyle, akıl
hastanesine gönderir. Guarini de, kötü niyetli sekreterleri olan, Pigna
ve Montecatini yüzünden, Tasso ile bozuşmuştur. Tasso, akıl
hastanesine gönderilince; dük, Guarini’ye, saray şairliği görevini
önerir. Guarini, bu öneriyi kabul eder ve saray şairi olarak, Tasso’nun
yerini alır.
Guarini, dostu Cornelio Bentivoglio’ya yazdığı bir mektupta; bu
görevi, tam anlamıyla yerine getirebilmek ve Tasso’nun yerini
doldurabilmek için, nasıl çaba harcadığını anlatır. Mektupta, kendini
başka bir insana dönüştürmek için çabaladığını; gençlikteki
karakterini, duygularını, giysilerini edinmeye çalıştığını ve doğal,
melankoli durumunu, yapay bir neşeye dönüştürdüğünü yazar. Ayrıca,
şimdiye kadar, hiç hissetmediği aşkları yaşayıp, bilgeliği deliliğe
çevirdiğini; dolayısıyla, bir filozoftan bir şaire dönüştüğünü de ekler.
Ancak Guarini, 1582’de, kişiliğiyle ve yetenekleriyle
bağdaştıramadığı bu ikiyüzlü hayat tarzını terk ederek, babasından
kalan çiftliğe yerleşir. Bu çiftlikte, kendini, ailesine ve edebiyat
çalışmalarına adar. Ayrıca, hayatını düzene sokmaya çalışır. Ancak,
bu gerçekleşmez. Öncelikle, genç yaşta karısını kaybeder ve mal
paylaşımında da, oğullarıyla anlaşmazlığa düşer. Oğullarından biri,
kızkardeşi Anna Guarini’yi, onun kocası Ercole Trotti ile birlikte
öldürür. Yazarın hayatı; bu oğlu ve diğer oğullarıyla, karşılıklı
davalarda geçer.
Guarini, 1585 yılında, bir oyunun halka açık ilk gösterimini
yönetmek ve denetlemek için Turin’de bulunduğu bir sırada; dük
Alfonso, onu Ferrara’ya geri çağırır. Yazar, geri döner; devlet
bakanlığı ve dükün sekreterliği ile görevlendirilir. 1588’e kadar,
dükün hizmetinde kalan yazar; onunla anlaşmazlığa düşünce, sarayı
terk eder. Guarini, hizmetinde olduğu 2.Alfonso’nun dışında; önceleri,
Savoy dükü Emmanuel-Philibert’in ve Mantova dükünün hizmetinde
bulunmuştur. Sarayı terk ettikten sonra ise, önce Floransa’ya taşınır;
oradan Roma’ya geçer. 1592’de, Vincent de Gonzague’nün hizmetine
girer.
1599’da, Toscana büyük dükü 1.Ferdinand’ın hizmetine girer.
Aynı yıl, Floransa’ya dönerek, Ferdinand de Medici’nin yardımcısı
olur. Burada, büyük dükün oğlu; yazarı, onursuz bir evliliğe zorlar.
Bunun üzerine, yazar, Medici sarayından ayrılır. 1602’de, Urbino
dükü Francesco Maria della Rovere’nin hizmetine girer. Ancak,
aradığı esenlik ve dinginliği burada da bulamaz ve 1604’te, buradan
ayrılır. Daha sonra, Ferrara’ya dönen Guarini; çeşitli davalara bakarak
ve çağdaşı olan eleştirmenlerle tartışmalara girerek, son yıllarını
geçirir. Yazar, 7 ekim 1612’de, 75 yaşında Venedik’te ölür.
Eserleri:
1) Polonya'nın Sorunları Üstüne Söylevler (1574-75)
Guarini, bu eserini, Polonya’da elçilik görevinde iken yazmıştır.
Eser, daha sonraki bir tarihte yayınlamıştır.
2) Sadık Çoban (1582-90)
Guarini’nin; 1582’de, sarayı terk ederek, babasından kalan çiftliğe
yerleştikten sonra yazmaya başladığı pastoral oyunu. Yazımı ve
gözden geçirilmesiyle yıllarca uğraştığı bu trajikomedi; 1590 yılında
yayınlanmış ve ilk kez, 1595’te, Crema’daki karnavalda
sahnelenmiştir.
Bu pastoral dramda, olaylar, Yunanlı yazar Pausanias’tan
alınmıştır ve Arkadya’da geçer. Arkadlar, her yıl düzenli olarak,
Tanrıça Diana’ya bir bakire kurban etmektedirler. Dini görevli
Montano, Herakles’e giderek, kahinlerin görüşlerini iletir. Bu
görüşlere göre; gökyüzünde iki kişi, aşk ile birleşmedikçe,
kötülüklerin ardı arkası kesilmeyecektir. Montana, bu kötülükleri
uzaklaştırmak için; oğlu Silvio’yu, bir Nympha ile birleştirmek ister.
Ancak, Silvio’nun gözü, avcılıktan başka bir şey görmemektedir.
Ayrıca, Amarili ile de nişanlıdır.
Çoban Mirtillo ise, Amarilli’ye aşıktır. Corisca da, çoban
Mirtillo’ya aşıktır. Ancak, Mirtillo sevdiğine sadıktır. Corisca,
sevdiğine kavuşabilmek için, bir hileye başvurur ve yaptığı bir planla,
Amarilli ve Mirtillo’yu bir mağarada buluşturur. Arkadya yasalarına
göre; nişanlısını aldatmış olan Amarilli’nin, Tanrıça Diana’ya kurban
edilmesi gerekmektedir. Mirtillo, Amarilli’nin yerine kurban
edilmesini ister. Bu sırada, Mirtillo’nun babası Carino gelir ve aslında,
onun kendi oğlu değil; Montano'nun oğlu, yani, Silvio’nun da kardeşi
olduğunu söyler. Böylelikle, karışıklık çözülür. Mirtillo, Amarilli ile;
Silvio ise, aşık olduğu Dorindo adlı bir çoban kızı ile evlenir.
Eser; karmaşık yapısı, yan olayların ve yardımcı kişilerin etkili
biçimde kullanılma tekniği ve yüksek nitelikli koşuklu diliyle, ön
plana çıkar. Eser, fazlasıyla ayrıntılı ve akıllı bir kurguya sahiptir.
Tüm neden-sonuç ilişkileri, titizlikle kurulmuş ve her olay,
olabildiğince geniş ve incelikle işlenmiştir. Ancak, yine de, Sophokles
ve Shakespeare ekolüne alışmış olan okuyucuyu, düş kırıklığına
uğratmaktadır.
Sanki, olaylar sahnenin dışında geçiyor ve seyirciler ise; sahnede
yalnızca, olayların sonuçlarını sergileyen durağan bir tablo seyrediyor
gibidir. Oyun, sadece biçimsel olarak değil; içerik ve duyguların,
durağan anlatımına uygun müzik seçimi açısından da, lirik bir eser
sayılır. Karakterler, ustaca oluşturulmuş ve görkemli bir canlılıkla
sunulmaktadır.
Soğuk ve hırslı avcı Silvio, sevecen ve romantik Mirtillo ile
karşıtlık oluşturmaktadır. Corisca’nın uyanık tavırları ve sahte
güzelliği de, Amarilli’nin saf aşkına karşıttır. Guarini, Carino
tiplemesinde, kendi bireysel deneyimlerini yansıtmış ve Ferrara
sarayını acımasızca yermiştir. Corisca’da, şehir hayatının bozduğu bir
birey portresi çizilmektedir. Yazar, düşsel ve ülküsel Arkadya
ülkesinin tekdüzeliğini gidermek amacıyla, yergiden böylece
yararlanmış olmasına karşın; oyunda, çağının İtalyan toplumundaki
değişim ve çağdaş duyarlılığı da yansıtmıştır.
“Sadık Çoban”, hep duygusallıkla anılmışsa da; söz oyunlarıyla
pekiştirilmiş ve alçakgönüllülükten yoksun betimlemeleri, kışkırtıcı
bulunmuştur. Oyunun tanımladığı aşk, yırtıcı ve kontrolsüzdür.
Duyguların arka planında, tutku ve kösnüllük vardır. Kardinal
Bellarmine, yazara, kendisinin yumuşak başlılığı ve dalkavukça
tutumuyla; Luther’in, başkaldırısıyla, Hıristiyanlığa yaptığından daha
çok zarar verdiğini itiraf etmiştir. Oyunun dili ise; klasik, hayranlık
uyandırıcı ve inceliklidir. Yazarın özdeyişlerle dolu anlatımı, onun
ahlakçı yönünü ortaya çıkarmaktadır.
“Sadık Çoban”, sanat değerinden çok, neden olduğu sayısız
tartışmalar yüzünden önem taşır. Trajedi ve komedi türlerini
birleştirmesi, yani; trajikomedi adlı yeni bir türün ortaya çıkması,
farklı görüşleri doğurmuştur.
Guarini’ye göre, ozanın görevi; sadece eğitmek değil,
eğlendirmektir de. Birlik ilkesinin dışlanarak, birk aşk öyküsünün
bir arada işlenmesi ve eserdeki ahlak anlayışı da tartışmalara yol
açmıştır. Özellikle, Aristo’cu çevreler, esere karşı çıkmıştır.
Tasso’nun, “Aminta” adlı eserinden esintiler taşıyan bu oyun;
“Aminta”’nın lirik yalınlığına ulaşamasa da, kısa sürede, ondan daha
büyük başarı elde etmiş ve döneminin, başka dillere en çok çevrilen ve
öykünülen eserlerinden biri olmuştur. Oyun, etkisini 200 yıl boyunca
sürdürmüştür. Pastoral bir eserin, edebiyat tarihinde bunca önemli bir
yer tutması şaşırtıcıdır. Hele 16.yüzyılın sonunda, İtalya’nın kendisini,
“Sadık Çoban”’ın ana düşüncesiyle tanımladığı ve devrim çağına dek,
bu oyunun, tüm Avrupa sanatını da etkilediği düşünülürse; bu
şaşkınlık daha da artacaktır.
3) Sıska Kadın (1584)
Guarini’nin ikinci oyunu olan bu eser; daha önceki oyunun yapısal
yöntemi içinde, sağlam olay örgüsüne dayalı, incelikli bir düzyazı
dilini içeren bir komedidir.
4) Sekreter
Guarini'nin, diyaloglar içeren bir eseridir.
5) Mektuplar (1593)
6) Gerçekler I, Gerçekler II (1590'lı yıllar)
Bu iki eserde, Guarini’nin polemik yazıları vardır.
7) Şiirler (1598)
8) Politik Özgürlük Üstüne Bir Deneme (1599-1600)
Guarini’nin, Floransa’daki Medici yönetiminin desteğiyle
hazırlamış olduğu bu eserde, yazarın politik tezleri vardır.
9) Trajikomedi Üstüne (1601)
Guarini’nin; ilk oyunu olan “Sadık Çoban”’ın yapısı nedeniyle,
aldığı eleştirilere karşı yazmış olduğu savunma yazısı. Özellikle,
Padova’lı G. de Nores’in kendisine yönelttiği eleştiriler nedeniyle
yazdığı bu eserinde, yazar; trajikomedinin, hem trajedi hem de
komedi ögelerini taşıyan, kendine özgü bir tarz olduğunu savunur.
Ona göre, Aristo, trajediye; korku ve acıma duygularını
uyandırarak, seyirciyi kötü duygulardan arındırma (Katharsis) işlevi
yüklemiştir. Guarini, artık insanlara, iyiliği ve doğruyu öğretecek olan
İncil bulunduğu için, trajediden bunu beklemenin yersiz olduğunu
düşünür. Ona göre; komedi de, gerçek anlamını yitirmiştir. Tuluat
tiyatrosu ise, komediyi bayağılaştırmıştır. Guarini, bu monotonluğu ve
sıkıntıyı önlemek için, klasik geleneklerde yenilik yapılmasını
savunur. Ona göre, trajikomedi yani pastoral dram; trajedi ve komedi
türlerinden alınan ögelerin bir sentezi sayılmalı ve değişen zaman
koşullarının yarattığı, yeni ve bağımsız bir tiyatro türü olarak kabul
edilmelidir.
10) Bedeni Su Toplamış Kişi (1609)
Sanatı:
Sağlıklı ve güçlü bir akla sahip olan Guarini; amaçlarında kararlı,
kendi gücüne inanan, sağlam ilişkiler kurmada yetkin biridir. Ancak,
yetilerini kullanabileceği olanağı bulamamıştır. Sarayın zorunlu
pasifizmi, onu; çabuk öfkelenen ve tutarsız tepkiler veren biri
durumuna getirmiştir. Şiirden, sözde bir alçakgönüllülükle söz eden
şair; şiirin, boş zamanlarda oyalandığı bir uğraş olduğunu söylemiştir.
Ölümünden sonra ortaya çıkan şiirleri; şaire, kalıcı bir ün sağlayacak
kaliteden uzaktır.
Guarini, trajedi ve komediyi birleştirerek, trajikomediyi yani
pastoral dramı oluşturmuştur. Rönesans döneminin bu yazarı, Tasso
ile birlikte, pastoral tiyatronun kurucusu sayılır.
Kaynakça :
- İtalyan Edebiyatı Tarihi Süheyla Öncel İtalyan Kültür Heyeti 1986
- Tiyatro Ansiklopedisi Aziz Çalışlar Kültür Bakanlığı Yayınla
- Battista Guarini Encyclopedia Britannica 1911
- Battista Guarini The Catholic Encyclopedia 1999
- Dictionnaire Biographique des Auteurs Laffont Bompiani 1964
- Le Nouveau Dictionnaire des Oeuvres Laffont Bompiani 1994
- Ana Britannica Ana Yayıncılık 1986
- Büyük Larousse Gelişim Yayınları 1986
- Türk Ansiklopedisi Milli Eğitim Yayınları 1946
Adriaen van Nieulandt’ın, Sadık Çoban’dan bir sahneyi
canlandırdığı, 1648 tarihli, “Amarillis Mirtillo’ya Taç
Takıyor” adlı tablosu
Şiirlerinden Seçmeler:
Çeviren: Murat Acar
Ey, İlkbahar!
Ey, ilkbahar! Yılın gençliği,
Çiçeklerin güzel annesi;
Yeni bitkilerin, yeni aşkların.
Geri döndün işte. Ama mutluluğumun,
Aydınlık ve şanslı günleri,
Geri gelmiyor yazık ki;
Seninle birlikte.
Geri döndün, gerçekten geri döndün;
Ama seninle birlikte,
Sevgili kayıp hazinemin,
Hüzünlü ve acı anısı,
Geri geldi sadece.
Öyle tatlı ve güzelsin ki,
Eskiden olmadığın kadar hem de;
Bir zamanlar başkalarının gözünde,
Bir değeri olan o adam,
Değilim ama ben de.
Şakıyan Şu Küçük Kuş
Şakıyan şu küçük kuş,
Neşeyle köknardan kayına,
Kayından da mersine,
Öyle sevimli uçuyor ki;
İnsan ruhu taşısaydı eminim,
“Aşkla şakıyorum!” derdi.
Ama, belli ki içi yanıyor
Ve kendi dilinde diyor diyeceğini;
Ki anlasın onu, arzusunun tatlı nesnesi.
Anlıyor kesinlikle ve yanıt veriyor ona:
“Ben de yanıyorum aşkla!”
Sıkıyorum Yumuşacık Elini
Sıkıyorum yumuşacık elini,
Acıyla kapıyorsun gözlerini;
Haksız ve acımasızsın diyorlar bana.
Bütün zevk benimmiş de,
Acıyı sen çekiyormuşsun gibi güya;
Benim kalbimi bu eller tutuyor görmüyorsun.
Acı hakçadır, tamam da;
Onu sıkarken kalbimi acıtıyorum aslında.
Gidecek miyim, Kalacak mıyım Yoksa?
Gidecek miyim, kalacak mıyım yoksa? Ah!
Nasıl kalabilir insan, giderken beden;
Nasıl gidebilir insan, ruh kalırken?
Ve eğer, ruh yaşamsa;
Yoksunluğun işte ondan.
Neden ölmedim hala?
Nasıl öleceğim, yaşarken böyle acıyla?
Ah! Korkunç veda: Aşıkların ayrılması,
Yaşarken ölmekmiş;
Acımasız kader öğretti bunu bana!
Birlikte Yandık
Birlikte yandık, güzel sevgilimle ben,
Apansız parlayan bir ateşte;
Birbirimizin bakışındaki alevlerle,
Duyduğumuz ortak arzunun ateşinde.
“Ah, bu ne tutkulu bir aşk!”
Der gibiydi gözleri,
Kıvılcımlar saçarak bana doğru;
“Yanıp kül ol, benim gibi!”
Ah! O an anladım ki;
Gizlendikçe aşk ve uzaklaştıkça,
Benim kalbimde yanıyor, onunsa bakışlarında.
Mutlu Bir Kalbi Olsun İsteyen
Mutlu ve neşeli bir kalbi olsun isteyen,
Acımasız aşkın peşinden gitmez.
Ne acımasız dalkavuktur o aşk ki;
Kahkahalar atar, öldürürken sizi.
Giderek azalır büyüsü, güzelliği;
Diner tatlı esintisi, acımasızca aldatır böylesi.
Yalvarmalarına kulak asmayıp, inanmayın
Sözlerine! Hemen kaçın oradan,
Eğer, yanınıza gelirse; ayartan
Çekiciliğinin oklarından, kendinizi sakının!
“Sadık Çoban” dan: Sevgili, Gölgeli Koru
Sevgili gölgeli koru,
İç çekerek üzüntülü mırıltılarla,
Katıldıysan ağlamalarımıza,
Şimdi de neşeyle keyiflen o halde;
Gülümseyen mutlu rüzgarlara,
Gülüşerek katılan sayısız yaprağınla.
Amaryllis ve Thirsis’in,
Bu mutlu çiftin şerefine;
Şansın ve mutluluğun şarkısını söyle.
Sadık Çoban’ın, 1778 tarihli Londra baskısının kapağı
FRANÇOIS GUIZOT
Hayatı ve Eserleri:
Guizot, 4 ekim 1787’de, Fransa’nın Nimes şehrinde, burjuva bir
Protestan ailede doğar. 1794’te, Konvansiyon kararıyla babası idam
edilince, annesiyle birlikte Cenevre’ye gider. 1805’te Paris’e döner ve
hukuk eğitimi görmeye başlar. Suard’ın, “Siyasi Yazar” dergisinde
yazı yazmaya başlar. Bu şekilde, Napolyon karşıtı edebiyat
çevrelerinde tanınır. 1812’de, Paris Üniversitesi’nde tarih profesörü
olur ve aynı yıl, Pauline de Meulan ile evlenir. 1816’da, “Temsili
Hükümet ve Fransa’nın Güncel Durumu Üzerine” ve 1826-27’de
“İngiliz Devrim Tarihi” adlı eserlerini yazar. 1827’de eşi vefat eder.
1828’de, “Avrupa’da Uygarlık Tarihi” adlı eserini yazar. Aynı yıl,
Elisa Dillon ile evlenir. 1829-32’de, “Fransa’da Uygarlık Tarihi” adlı
eserini yazar. 1833’te, 2. eşi vefat eder. 1832-37 arası, eğitim bakanı
olarak görev yapar. 1840’ta, Fransa’nın Büyük Britanya büyükelçisi
olur. 1848’de, bu görevinden ayrılır. Bu dönemde, “Başlangıcından
1848’e Kadar Fransa Tarihi” ve “Çağımın Tarihine Katkıda
Bulunacak Anılar” adlı eserlerini yazar. Guizot, 12 ekim 1874’te vefat
eder.
Guizot
RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ ÜZERİNE
Çeviren: Hüseyin Köse
ÖLÜMSÜZLÜĞÜN ASIL DUYGUSU ÜZERİNE
Ölümsüzlük düşüncesinin, pek tabii insan ruhuna ilişkin bir şey
olduğu apaçıktır. Düşünce diyorum, ölümsüzlüğe duyulan inanç
demiyorum, dikkat edilirse. Bu inanç, insanoğlunun ortak bir inancıdır
çünkü. Bununla birlikte, tüm zamanlarda tüm ciddi kafalar onu
reddetmiştir. Ben, bu ikiyüzlülüğün sürekli olmasından korkuyorum
ve ruhun ölümsüzlüğünü kabul edenler arasında bile, birçok kuşkunun
hüküm sürdüğünü sanıyorum. Bu konuda, onlar bile, bu duyguyu
tamamıyla kabul etmiyorlar. Bununla birlikte, ben yine, birçok utanç
verici imansız tanıyorum ki; hepsi de, ruhun ölümsüzlüğünü
benimsemiş durumdalar. Onların kabul etmediği tek şey, bu duygunun
meşrulaştırılmasıdır. Yine de, bu konunun kendi düşüncelerini meşgul
etmediğini yadsımazlar.
Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi, ona hiç inanmayan insanların da
eylemlerini içerir. Aile anlayışlarında, ölülere gösterilen saygıda, zafer
aşkında; kısaca, gereksinim duyulan her yerde ya da umut ve korkuda,
dolaylı olarak kabul edilir. Bu düşünce, belli biçimler ve dereceler
altında kendini belli eder. Bu yaşamın ötesindeki herhangi bir olguda
bile, kendiliğinden ya da açıkça belirgin olarak ya da karmaşık
biçimde, uluorta ya da gizli kabul ya da ret hallerinde, güçlü ya da
zayıf ruhsal hallerde, sürekli ya da geçici olarak; ölümsüzlük
düşüncesi, tüm ruhlarda hissettirir kendini. Hiçbir insan, bir mezardan
geçerken, onu hissetmeden düşünmeden edemez. Ölümsüzlük
düşüncesini, farkında olmadan içinde taşır her insan. Peki, bu
düşüncenin kaynağı neresidir? Hangi yollarda ya da biçimlerde, bu
düşünce, evrensel olarak insan kafasında yer eder. Hangi gerekçeler,
onun geçerliliğine dayanak oluşturur?
İnsanı, ölümsüzlük düşüncesine bağlayan, deneyim noktasıdır.
İnsan, gözlemleme ve kıyaslama yoluyla, onu dış dünyadan ödü
almaz. Tam aksine, tüm kıyaslamalar, onu karanlıklaştırır ve dışlar.
ş dünyanın insana sunduğu tek gösteri, ortadan kaldırılamaz olan
ölümün ve yaşamın, sürekli bir alternatif olma durumudur birbirine.
Olmayan, ölmeyen hiçbir şey yoktur ve yeryüzünde tüm var oluşlar, er
ya da geç, kendi sonunu bulur. Yaşam geçtiğinde, sonunda ölümü
görür insan. İnsan, kendi ölümünün izleyicisidir bu anlamda. Onun
kendi yıkımı, yok oluşu, tüm duyularını ortadan kaldıracak son
olgudur. Ona, ölümsüzlük düşüncesini öğütlemeyen, hiçbir şey yoktur
orada. Özellikle, kendi zekasını, dışsal olaylara uygulayan insanlarda
da, bu düşüncenin doğuşuna tanık olunur. Ancak, bu gibi insanlarda,
ölümsüzlük düşüncesinin yerleşmesi daha zordur. Onları, daha farklı
ilgi alanlarına ve koşullara koyun. Bilginleri, maddi evrenin
örgütlenişiyle ilgili çalışmalardan alıkoyun. Halkların, geçici
yazgısından ve durumundan söz eden politikacıların, çalışma
alanlarını da değiştirin. Kendini, duyusal zevklerin araştırmasına
vermiş insanlar, yani, durumları ve niyetleri ne olursa olsun, dış
dünyanın hükmü altındaki bu insanlar, değişken biçimlerin her anını
gözlemleyen tüm bu insanlar; genel olarak, ölümsüzlükten söz ederler
ve böylelikle, ölümsüzlük üzerine daha az düşünürler. Onu, tamamıyla
düşündüklerinde ise; kendilerinde, kendi zekalarının düzenlenişi
içinde, buna inanmak için türlü engeller bulurlar.
Şurası bir gerçektir ki, bildik toplumlara ilişkin izlenimler, adeta
dış dünya ve duyumlar, bu düşünceyi onaylamaktan çok ta uzak
değildir. Tüm dinler, insanı ölümsüzlük düşüncesine inandırmak için,
onun bakışlarını, bu dünyanın dışına çevirmesini öğütlemişlerdir. Bu
dünyaya, daha az bağlı olunmalıdır. Çünkü, bu dünyanın görüntüleri,
ölümsüzlüğü hissetmeye elverişli değildir. Ölmeyi, yakından tanımak
gerekir. Bu görünen şeylerin altında yatan terörü, karmaşayı, yakından
görmek gerekir. Ölümsüzlük düşüncesini, dış dünyadan ayıran bu
büyük uçurumu görmek, kavramak için, bunu yapmak gerekir. Bu
düşüncenin kaynağı, ancak, daha az doğrudan ve daha yaygın bir
deneyimde bulunabilir. Denebilir ki, bu düşünce, insan yazgısının
zlemlenişinden ve bu yazgıya kayıtlı görünen adaletsizlikten
doğmuştur. İnsan, bu dünyada hüküm süren ahlaki düzensizliği kabul
edemez. O, inanır ki; kötülüğün zaferi, iyiliklerin bu bahtsız kılıcı
sonuçları, Tanrı’nın yasalarından biridir, evrenin, açık ve düzenli
durumudur. Düzen, yeniden kurulmak zorundadır her zaman. Adalet,
kendini gerçekleştirmek durumundadır. Buradan, ölümsüzlük
düşüncesinin, adaletin ve düzenin gerçekleştiriminin zorunlu şartı
olduğu anlaşılır.
Gerçeklik, insanın bu içgüdüsü içinde mevcuttur. Bununla birlikte,
yine orada, düzeltilmesi oldukça ağır bir hata da vardır. Düşüncelerin
düzenini değiştirmek gerekir ya da daha çok, olguların. İnsanın,
ölümsüzlük düşüncesinden çıkardığı ahlaki düzenin yeniden
kurulması zorunluluğu değildir bu. Bunun içindir ki, o, yerleşik ahlaki
düzen içinde görmek istediği ruhun ölümsüzlüğü düşüncesine inanır.
Ölümsüzlük içgüdüsü, sonsuz adaletin bu gereksinimi içinde belli eder
kendini ve doğal olarak ta onu önceler. Bundan daha iyi bir dolaylı
sonuç vermek gerekir mi? Ruhun ölümsüzlüğünü kabul etmeyen
doktrinlere, bundan daha iyi bir soru sorulabilir mi?
Bu doktrinler, tıpkı şairlerin ağzıyla konuşurlar ve filozofların
düzensizliğine, dağınıklılığına sahiptirler. Politikacıların kollarında
evirilip çevrilirken, onların sahip oldukları tek zamanda, bu dünyada
eksik olan adalet ve düzen gereksinimi bile, onların ağzında başka
türlü bir şeye dönüşür. Hayır, sakınılamaz bir eğilim ve insan
bilincinin direnmelerine rağmen, bu doktrinler, bu büyük insani
içgüdüden soyutlamaya çalışırlar kendilerini. Onlar isterler ki, ne
olursa olsun; insan, geçici bir yazgıyı kabul etsin. Neşeyle ya da
acımasızca, zayıflıkla ya da korkakça davransın. Ona derler ki,
yazgıya boyun eğmek gerekir. Karşılaşılan iyilikten yararlanmak, çok
geçmeden savuşup gidecek olan kötülük önünde baş eğmek gerekir.
Kendi aldırmazlığı ve hoşgörüsü içinde, hala zaman zaman bu ahlaki
düzene yerleştirme arzusu, ruhumuzda içten içe mevcuttur derler.
Ancak, artık, yalnızca bir tek tutarsız ve kör arzu vardır. Çünkü, onu
kuran ve açıklayan bir tek düşünce üstüne kurulu değildir, ruhun
ölümsüzlüğü. Dışarıdan bakmak ve olayların, bilincimizde kendini
ortaya koyduğu haliyle düşünmek gerektiğinde; bu düşünce, artık
ilkiyle karşılaştırılamaz. Ahlaki düzeni üretme gereksinimi, onun
somut olarak kendini belli ettiği olgulardan biridir. Ancak, aynı
olguların geliştirilmesi düzeninde, aynı ölümsüzlük düşüncesi;
yerleşik ahlaki düzenden çok, gereksinim düzenini önceler. Dünyaya
daha az bağlı olmak anlamında da, ölümsüzlük duygusundan, bu
sonucu çıkarmak gerekir.
İstenir ki, ölümsüzlük düşüncesi, insan ruhunu doyurmak
açısından, bu dünyanın bir yetersizliğinden kaynaklanır ya da ruhu
yiyip bitiren şu arzular yığınından, bu şekilde mutluluğa da erişilemez.
Daima, onun bekleyişi altında, ondan sürekli yararlanarak; bir gün,
ruh da yıpranır ya da onun varlığından kurtulunmaya çalışılır. Bu
yüzden de, denir ki; ruha sınırsız ufuklar açan bu ölümsüzlük
düşüncesi, onu kendi arzusuna göre, sınırsız bir dünyaya taşır.
Karışıklık burada da vardır. Şurası doğrudur; dünya, insana asla
yetmez. O, tüm canlılar arasında tektir. Buna rağmen, insan, kendi
konumunun üstünlüğünün bilincindedir. Ancak, bu duygu, hiçbir şeyi
kanıtlamaz kendini doyurmak anlamında. Ruhun taşıdığı hırsları,
dünyanın uzağına götüren, sonsuz bir doğanın içgüdüsüdür bu. Çünkü,
böyle bir doğa, ölümsüz olduğunu hisseder; tıpkı, olmayan şeylere
özlem duyduğu gibi. Eğer, bu duygu meşru ise, niçin onu derhal
gözlemlemeyeyim ve bu andan itibaren, onun kaynağını aramayayım?
Ben yalnızca ona, yol açtığı iddia edilen olaylar ve olgular içinde, asıl
gerçek yerini sağlamaya çalışıyor ve gerçekten de, nelerden ileri
geldiğini tartışmak istiyorum onun.
Bu düşüncenin, sözü edilen olguları, önceleyip öncelemediğini ya
da onları destekleyip desteklemediğini sorguluyorum. İnsanın, dış
dünyayla girdiği tüm ilişkileri, aynı sınamaya tabi tutulabilir.
Görülecektir ki, ölümsüzlük düşüncesinin tohumu, bu ilişkilerden
öncedir ve onlara yabancıdır; bu düşünce, zorunlu olarak, onun
kendini ortaya koyduğu olgularda içerilmiştir daha başından.
Olguların hiçbiri, belirsiz ama reel bir varlık olmaksızın, belli bir
ilkeyi ve kendiliğinden inancı üretemez. Benim araştıracağım
nitelikler, insan ruhunda duyulan olaylarla, insan ilişkilerinde kendini
duyuran duyumlardır. Ancak, sözünü ettiğim duyumlardan türemiş bir
şey değildir, ölümsüzlük düşüncesi. Peki, ölümsüzlük düşüncesi,
bilgiden ve bilmekten mi ileri gelmektedir? O, felsefi bir buluş, bir sav
ya da kendi doğamız ve yazgımız sorununu açıklığa kavuşturmak için
düşünülmüş bir sistem midir? Onun savunucularından bazıları olayı
böyle düşünmüştü. Açıklamış olmak için açıklamak, ruhun
ölümsüzlüğünün bize sağladığı da budur derler. Belki de, bundan
başka bir şey değil. Çünkü, o, daha başka zorlukları da alt etti. Ahlaki
olguları, daha bir anlamlı kıldı. Bunun içindir ki, ölümsüzlük
düşüncesi, genel düzeyde kabul görmüştür. İnsanlık tarihi içindeki her
okulda, evrensel bir düşünce olarak mı anıldı o? Her yerde, her
biçimde, uygarlığın her düzeyinde, en kaba barbarlıkların bile
bağrında, en belirsiz en karanlık dönemlerde bile, duyguların
derinliğinde, her tür bireysel düşünceye, yabancı insanların
eylemlerinde, her tür dışsal bilgide var mıydı bu düşünce? Böyle bir
düşünce, felsefi bir yapıt, tıpkı kasırgalar ya da monatlar gibi bilimin
bir buluşu muydu? İlk bakışta bu önerme kabul edilemezdir. Çünkü,
sağduyulu bir bilinci hayretlere düşürür. Çünkü, bu varsayım, biraz
dikkatli bir sınava tahammül edemez asla. İnsanın, kendisi söz konusu
olduğunda; insan zekası düşünüldüğü gibi, ne böylesine buluşsal, ne
de özgürdür. O, fizik dünyayı açıklamak için, uzun zaman boyunca,
kendi imgelerinin gelişimine adamıştır kendini ve buradan bir yığın
varsayımlar çıkarmıştır.
Ahlaki dünyanın incelenmesinde, insan zekası, en baskın yasalara
bile boyun eğer ve kendi dar sınırları tarafından dizginlenir. Yaratılan
onca gürültü ve patırtıya rağmen, felsefi sistemlerin çeşidi ve sayısı-
ki, çoğunun konusu insandır-varsayıldığı kadar bu konuda bir başarı
elde edememiştir. Onlara, daha yakından bakıldığında görülecektir ki;
hepsi de, kendini birkaç düşünceye indirgemiş durumdadır. Ya da
farklı birtakım kaynaklara bu açıdan saldırı ne denli büyükse, alan da
o kadar dardır. Ama silahlar hiç değişmemiştir. İnsanların ortak
inanışları ve içgüdüsel düşünceleri, görünüşte filozofların başka
konuları olsa da, aralarındaki benzerlik çarpıcıdır. Düşünürlerin
teorileri; açık, ayırıcı, bilgince aşırıdır. İnsanların ortak inanışları;
karışık, belirsiz ve dağınıktır. Ancak, temelde; her iki dünya da,
birbirinden yalnızca görünüşte farklıdır böylesine. Gerçekteyse, hepsi
birbiriyle bağlantılı ve örtüşmektedir.
Felsefe, yalnızca insan zekasının içerdiği şeyleri gün ışığına
çıkarır. Bilim ise, insanlığın kendiliğinden var olmuş olan inancının
eksiksiz ya da tamamlanmamış bir çevirisi, tam ya da oluşmamış bir
aydınlatmasıdır yalnızca. Dahası da var. Hiçbir şey düşünmeyen,
okuryazar olmayan, basit bir insan alın. Konuştuğu dili dikkatlice
dinleyin. Onun, hiç hesaba katmadığı düşüncelere giriş yapın-gerçekte
ise, onun hesaba bile katmadığı bu düşünceler onu yönetir ve
aydınlatır-orada, birtakım tohumlar ve tüm felsefi sistemlerin
ilkelerini bulacaksınız; tümünü diyorum, dahası, en karşıt olanlarını.
Kah, belirsiz bir tinselcilik ortaya çıkacaktır bu insan duygu ve
düşüncelerinde; kah, materyalizmin en kaba ayrıntıları. Bazen, insan
özgürlüğünün katı bir inanışı uç verecektir bir cümlede; bazen,
yazgıya duyulan kör bir inanç. Bu ilginç yaratığın iradesi ve yargısı,
ahlakçıların gün yüzüne çıkarmaktan hoşlandıkları bir yığın karşıtlığı,
bir arada sunacaktır size. Onun, en şaşırtıcı karşıtlıkları bile, kendi
zekasında birleştirdiği görülecektir. Denebilir ki, tüm çalkantılar,
felsefenin tüm çatışmaları, her insanın düşüncesinde vuku
bulmaktadır; en incelmiş olanından, en kaba yaradılışlı olanına dek,
her insanda.
Guizot’nun, “Başlangıcından 1848’e Kadar Fransa
Tarihi” adlı eserinden; Aslan Yürekli Richard’ın,
kutsal topraklara veda ettiğini gösteren gravür