ASMAKAT
Klasik Batı Edebiyatı Fanzini
Kasım 2021 Sayı: 4
Sidney
içindekiler
- Philip Sidney (İngiliz Edebiyatı)
- Sidney, Şiirin Savunması
- Janus Pannonius (Macar Edebiyatı)
- Pannonius, Seçme Şiirler
PHILIP SIDNEY
Hayatı:
Philip Sidney, 30 kasım 1554’te, İngiltere’nin Kent şehrinin
Penhurst kasabasında, aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğar.
Babası, sir Henry Sidney; annesi ise, Northumberland dükünün kızı
Mary Dudley’dir. Sidney, Kraliçe Elizabeth’in gözdesi olan Earl of
Leicester’ın da yeğenidir. Ailenin en büyük oğlu olan Sidney, aynı
zamanda, İspanya Kralı II. Felipe’nin de vaftiz oğludur.
I. Elizabeth tahta çıkınca, babası; önce Galler’de mahkeme
başkanı, daha sonra ise, üç kez İrlanda kral vekili olarak görev alır.
Sidney, on yaşında Shrewsbury okuluna, 1568 yılında ise,
Oxford’daki Christ Church’e gider. Burada üç yıl kaldıktan sonra,
mayıs 1572 ile haziran 1575 yılları arasında, Avrupa’yı dolaşır.
Fransa’dayken 24 Ağustos 1572’deki, Protestanların toplu kıyıma
uğradıkları Barthelemy katliamına tanık olur. Sidney, Avrupa’daki
gezileri sırasında; Latince, İtalyanca ve Fransızcayı öğrenir.
Avrupa’dan dönüşte, Kraliçe Elizabeth onun için, “Tacımdaki
mücevherlerden biri” demiştir.
1576 yılında, bir törende, kraliçenin kadehini taşıyan babasının
yerini alarak, ilk kez saraya girer ve kraliçenin sempatisini bir kez
daha kazanır. 22 yaşındayken, Avrupa’nın en olgun devlet adamı
olarak anılmaktadır. Şubat 1577’de, Alman prenslerin, Avrupa’da
kurulacak bir Protestan birliğine nasıl baktıklarını öğrenmek amacıyla
Almanya’ya gönderilir. 1581 yılında, Kent şehrinin temsilcisi olarak
parlamentoda görev alır. 1583 yılında, şövalyelik unvanı alır. Bu
arada, yabancı devlet adamlarıyla yazışır. Ayrıca, Alman prens
Kasimir, Portekizli Dom Antonio ve İskoç lordlarıyla görüşmeler
yapar.
Sidney, Amerika kıtasının keşfine ilgi göstermiştir. Denizci, sir
Martin Frobisher’in gezilerine destek sağlar. İngiliz kaşif Richard
Hakluyt, yazdığı keşif öyküleri kitabını ona adamıştır. Kraliçenin,
kendisine önemli bir görev vermeyeceğini anlayınca, tüm çabasını
edebiyata yöneltir. 1578’de, “Mayıs Kraliçesi” ni, 1580’de, “Arcadia”
‘yı yazar. Halası olan Huntington kontesi, vasiliğini üstlendiği
Penelope Devereux’yü 1581 yılının başlarında saraya getirir ve aynı
yıl, lord Rich’le evlendirir. Ancak Sidney, Penelope’a aşıktır. Onun
için, 1582’de, “Astrophel ve Stella” ‘yı yazar. Aynı yıl, “Şiirin
Savunması” ‘nı da yazar.1584 yılında, “Arcadia” ‘yı yeniden yazmaya
girişir. Daha sonra ise, Eski Ahit’in “Mezmurlar Kitabı” üzerine bir
yorum yazar.
Sidney, Temmuz 1585’te, Warwick kontu olan amcasıyla birlikte,
Kraliyet Ordusu Gereçler Kurumu’nun başına getirilir. Daha sonra,
İspanya egemenliğine karşı başlayan ayaklanmaya, destek vermek
için, I. Elizabeth’in Hollanda’ya yolladığı birliklere katılır. Orada,
Leicester kontunun komutasında çarpışır. Ardından, Flushine kentinin
yöneticisi ve bir süvari bölüğünün komutanı olur. Eylül 1586’da,
İspanyolların Zutphen kentine malzeme göndermesini engellemek
amacıyla düzenlenen bir harekata gönüllü olarak katılır. Düşman
hatlarına karşı, üç kez saldırıya geçer. 22 eylül 1586’da bacağından bir
yara alır. Bir söylentiye göre; yaralandığı zaman, yanında can çekişen
bir erin “su, su” diye inlediğini görmüş ve matarasındaki son suyu, o
ere vermiştir. Daha sonra atını sürerek, savaş alanından çıkmayı
başaran Sidney, tedavi için Arnhem’e getirilir; ancak, 17 kasım
1586’da yarası mikrop kaptığı için vefat eder.
Eserleri:
- Mayıs Kraliçesi (1558)
Sidney’nin Kraliçe I. Elizabeth için yazdığı, kısa bir pastoral oyun.
- Arcadia (1580)
Bu eser, karmaşık bir olay örgüsü içeren, 180.000 sözcükten
oluşmaktadır. Sidney, içinde şiirler de bulunan Arcadia’yı; başka bir
soylu gençle tartışarak kraliçeyi kızdırdığı ve saraydan bir süre
uzaklaşmak zorunda kaldığı sırada yazmaya başlamıştır. Sidney, 1580
yılında, eserini yazmaya başladığında, hem kız kardeşi kontes
Pembroke’un hoş zaman geçirmesini, hem de ahlaki öğütler vermeyi
amaçlamıştır.
Eserde, Arcadia kralının iki kızına aşık olan iki prensin, saraya
giysi değiştirerek girmeleri ve bunlardan birine kız zannederek kralın;
diğerine de erkek olduğunu anlayarak, kraliçenin aşık olması ve
sonunda gerçeğin açığa çıkmasıyla, iki prensin, prenseslerine
kavuşmaları anlatılır.
Sidney, bu eserini beğenmez ve ölümünden sonra yok edilmesini
ister. Eserini, yüzeysel bir biçimde ele alınmış olan bir eser olarak
nitelendirmiştir. Sidney, 1584 yılında, eseri yeniden düzenleyerek
yazmaya başlar. Eserin, tek yönde gelişen kurgusunu tümüyle
değiştirerek, iç içe geçmiş olaylar zincirine dönüştürür. Arcadia’nın
gözden geçirilmiş metni, tamamlanmamış biçimiyle, 1590 yılında, kız
kardeşi kontes Pembroke tarafından yayınlanmış; bu yüzden, “Kontes
Pembroke’un Arcadia’sı” olarak anılmıştır. 1593 yılında ise, ilk
bölümden alınan bölümlerle tamamlanarak yayınlanmıştır.
Tamamlanmamış olmasına rağmen, bu eser, 16. yüzyılın en önemli
düzyazılarından biridir.
- Astrophel ve Stella (1582)
Sidney’nin , Penelope Devereux’ye olan aşkını anlattığı eseri.
Astrophel, “Yıldız Seven”, Stella ise, “Yıldız” anlamına gelmektedir.
Sidney, Penelope’a, gençliğinde Stella adını takmıştır. Ancak, onu
çocukluğundan beri tanıdığı halde, ona tutkun olduğunun farkında
değildir. Babası Penelope’u, Sidney’e vermek ister. Ancak, Penelope,
on sekiz yaşındayken, zorla lord Rich’le evlendirilince; Sidney, büyük
üzüntüye kapılır ve onu sevdiğini anlar.
Astrophel ve Stella, 108 soneden oluşur. İnce zekanın ürünü olan
bu tutkulu soneler, Elizabeth dönemi şiirinde bir dönüm noktasıdır. Bu
şiirlerin, diğer aşk şiirleri gibi, yapay izlenim yerine, içtenlikle
yazılmış izlenimini vermeleri; Shakepeare’in sonelerinden sonra,
çağın en güzel aşk şiirleri olmalarını sağlamıştır.
- Şiirin Savunması (1582)
Sidney’nin, en önemli düzyazısı. Eser, dar kafalı bir Püriten yazar
olan Stephen Gosson’un, 1579 tarihli, “Aldatma Okulu” adlı eserini,
Sidney’e adaması üzerine yazılmıştır. Gosson, bu eserinde; şairleri,
tiyatrocuları ve müzisyenleri kıyasıya eleştirmiş ve onları toplumun en
zararlı insanları saymıştır. Ona göre; şairler, “Yalancıların babası”
dırlar ve şiir, bir ülkenin bütün gücünü yok eder. Sidney, bu sataşma
üzerine, bu savunmayı kaleme almıştır.
Sidney’nin yazısının yapısı ve konuşma tonu, üstünkörü savları
yıkmak istemediğini gösteriyor. Gosson’un yanlışları, onu daha çok
düşünmeye itmiş, şiirin kökeni ile varlığını soruşturmuş ve İngiliz
şiirinin evrensel edebiyattaki geleneksel yerini araştırmıştır. Eski
edebi örnekler, ona, ölçüt hizmeti sunmuştur. Eser, gerçekten
polemikçi bir karakter taşımasına rağmen; toplumda, şairin
görevlerine yapılan yüceltimlerin izlerini taşır.
Sidney’nin eseri, kendi çağındaki İngiliz şiirinin durumu üstüne
eleştirel bir tartışma konusu olarak değerlendirilebilir. Bu tartışma,
belgesel bir nitelik taşımaktadır. Eser, şiirsel nitelikleri yanında, kendi
tezini de geliştirmektedir. Bu deneme, klasik kuralları izleyen, İtalyan
incelemecilerinin düşüncelerini paylaşmaktadır. Aristo’yu iyi bilen
Sidney, bu yazısıyla, o zamana kadar pek tanınmayan düşünürü,
İngiltere’ye tanıtır.
Sidney klasik bir savunmayla, eserini özenle tasarlamıştır.
Yazılarında, uygar ancak, düzenlemesi katı olan bir yapı vardır.
Özellikle, yinelemelerden kaçınır. Tartıştığı konu, şiirin üstün öğretme
gücünden öte; verdiği esinle, onun ilgilenmek zorunda olduğu ve
kaynağını Eflatun’dan alan bir doktrindir. İşte bu güç, şairlerin;
topluma ve ahlaka olan sunumlarıyla, filozoflardan ve tarihçilerden
üstün olmalarını sağlar.
Sidney, şiirin sahip olduğu gücü betimlerken, “Evren, bronzdan
yapıldıysa eğer; şiirler de, doğadan altın yapabilirler.” der. Sidney için
şiir, her türlü bilimin kaynağıdır. Şairler, yasaları yapanlardan da,
filozoflardan da, tarihçilerden de üstündür. Her ülkede uygarlık,
onunla başlar. Şairler, geleceği gören kahinlerdir. Onlar bize, bir
yandan haz verirken, diğer yandan da eğitirler. Şairler sayesinde, daha
erdemli oluruz. Sidney’e göre; filozoflar, ancak bilgili olanlar
tarafından anlaşılacak biçimde, bilgiler öğretirler. Oysa, şairleri herkes
anlar. Sidney, eserinde, Chaucer’dan başlayarak, belli başlı şairleri ve
onun yazarlarını incelemiş; şiiri iyi değerlendirirken, tiyatro için
yanılgıya düşmüştür. Ölümünden on yıl sonra, İngiliz tiyatrosunun en
parlak döneminin başlayacağının farkında değildir.
Sidney, komedyanın, günlük kusurları taklit ettiğini ve onlarla alay
ederek, kişiyi bu kusurlara karşı uyardığını; trajedinin ise, aynı uyarıyı
üstü kabuk bağlamış yarayı deşerek yaptığını ileri sürer.
Sidney, eski Yunan ve Roma tiyatrosunun klasik kurallarına
bağlıdır. Yani komedi ile trajedinin birbirinden kesinlikle ayrılmasını
ve üç birlik kuralına uyulmasını savunmaktadır. Oysa, Elizabeth çağı
tiyatrosu, komedi ve trajediyi birleştirmişti. Sidney, kendi çağının
tiyatrosunun; klasik kurallara uymadığı halde, ilerde, özgün ve büyük
bir tiyatro olabileceğini sezememiştir.
Sanatı:
Sidney, Rönesans eleştirel düşüncesinin, İngiltere’de tanınmasını
sağlamıştır. Şiirlerini zevk için ve sarayı memnun etmek için
yazmıştır.
Sidney, bilim ve sanata büyük ilgi duyuyordu. Ressam Nicholas
Hilliard ile güzel sanatlar; bilim adamı John Dee ile de kimya üzerine
tartışmalar yapar, bilginleri ve edebiyatçıları korurdu. İngiliz ya da
Avrupalı yazarlara ait kırkı aşkın eser, Sidney'e adanmıştır. Edmund
Spenser, Thomas Watson, Abraham Fraunce ve Thomas Lodge,
Sidney’in koruması altına giren edebiyatçılardan bazılarıdır.
Sidney, çağının en sevilen, en beğenilen insanlarından biridir. Bir
yandan yiğit bir asker, diğer yandan, bilgiç bir yazar ve şair oluşu
sayesinde; ortaçağın şövalyelik kavramıyla, Rönesans’ın ideal saray
adamı kavramını, kendi kişiliğinde birleştiren kusursuz bir
centilmendir.
Şiirin Savunması
Şiirin Savunması
Çeviren: Özlem Yaşayanlar
Esas objesini doğadan almayan hiçbir sanat yoktur. İnsanlar, onsuz
yapamazlar. İnsanlar onunla, aktör veya oyuncu olurlar. Bir astronom
yıldızlara baktığında, doğanın düzenini görür. Geometrici ve
aritmetikçi de, birçok özelliğini yakalar. Bir müzisyen, doğanın neyi
onaylayıp neyi onaylamadığını anlatır. Filozof, ismini ondan alır.
Ahlak felsefecisi de, onun doğal erdemlerine, kötülüklerine ve
tutkularına dayanır ve “Doğayı izleyin” der; “ancak, onun sayesinde
hata yapmazsınız!” Avukat, kişinin ne düşündüğünü; tarihçi, ne
yaptığını söyler. Gramerci, sadece konuşma kurallarını anlatır. Bir
retorikçi ve mantıkçı, doğanın neyi kanıtlamaya çalıştığını düşünür ve
bunun üzerine, sözü edilen konuyla ilgili hala sorgulanan kurallar
hazırlar. Fizikçi, insan vücudunun doğasını inceleyerek, onu nelerin
incitebileceğini ve yardımcı olabileceğini anlamaya çalışır. Ve bir
metafizikçi, ikincil ve soyut olduğu ve doğaüstü sayıldığı halde,
kaynağını kesinlikle doğanın derinliklerinden alır.
Sadece şair, bu tarz yargıların altına girmeye gerek duymadan,
icadının gücüyle yüceltilir ve etkisi başka bir doğa içinde genişler. Her
şeyi, doğanın getirdiklerinden daha güzel yapar. Veya hemen hemen,
daha yeni bir biçimle ortaya koyar; doğada, asla olamayacağı bir
şekilde biçimlendirir. Örneğin, kahramanlar, Yarı-Tanrı’lar, tek gözlü
canavarlar, cadılar gibi. Dolayısıyla, onun armağanlarıyla yetinmeyip,
aklın sınırlarında özgürce öfkelenerek, doğayla el ele gitmelisiniz.
Birçok şairin yaptığı gibi, doğa, dünyayı işlemelerle süslemeseydi;
ne neşeyle akıp giden nehirler, meyve dolu ağaçlar, güzel kokan
çiçekler, ne de sevdiğimiz dünyayı, daha sevecen yapabilecek bir şey
olurdu. Pirinçten yapılmış dünyaya, şairler altın sunmuşlardır. Fakat
her şeyi bir kenara bırakalım ve insana dönelim. Onun için, diğer her
şeyin son derece sinsice beliren; Theogenes gibi gerçek bir aşığı,
Pylades gibi gerçek bir arkadaşı, Orlando gibi bir yiğidi, Cyrus gibi
bir prensi, Vergilius’un Aeneas’ı gibi birini, doğa ona zaten sunar. Bu
anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü, biri gerçek bir yapıt, diğeri de
öykünmedir.
Hangi anlayışla yazılmış olursa olsun, bir ustanın sanatı; o
düşünceyle ayakta durur, yapıtla değil. Şair, hayal ettiklerini yetkin bir
şekilde sunarak, düşüncesini açıkça ortaya koyar. Söz ettiği şeyler,
tamamen hayal ürünü olmayabilir. Havada kaleler kurmayabilir.
Ancak, yetkinliğin neden olduğunu ve nasıl meydana geldiğini
öğrenmek isterlerse; sadece bir Cyrus yaratmak için değil de, zaten
doğanın oluşturacağı, birçok Cyrus yaratmak için, dünyaya bir Cyrus
bağışlamış olur. Doğanın başarısıyla, insan aklını en üst seviyede
dengelemek için; ya, bu çok süslü karşılaştırmalara inanacağız ya da
insanı, kendine benzer yapan, onu, her işin ve ikincil doğanın üstüne
koyan bu yaratıcıya, hak ettiği onuru vereceğiz. Yaratıcı, hiçbir şeyde
kendini, şiirdeki kadar göstermez. İlahi nefesinin gücüyle doğanın
işlerinden üstün gelen şeyler getirir ve kuşkucu kişilerle hiç bir
tartışmaya girmez. İlk günahkar olan Adem’i, yapılanmış zekamızla
anlamamızı sağlar ve hastalıklı isteklerimiz, onu aşmamızı engeller.
Filozoflar ve tarihçiler, kural ve örneklerle amaçlarına ulaşırlar.
Filozof için, zorlu bir tartışmayı ortaya koymak, en başlıca kuraldır.
Bunu tanımlamak çok zordur, kişinin başka bir lideri yoktur. Bilgisi
tuhaf ve genel olan şeyler üzerine dayanır. Onu anlayabilen kişi mutlu
olur. Öte yandan, tarihçi kurallara çok bağlıdır; olması gerekene değil,
ne olduğuna bakar. Her şeyin ayrıntılı gerçeğiyle ilgilenir, genel
nedenleriyle değil. Örneklerinde, hiçbir geçerli sonuç bulunmaz;
dolayısıyla, daha az meyve veren bir doktrinle uğraşır.
Benzersiz bir şair, şunların ikisini de yapabilir. Filozof ne söylerse
söylesin, yapılmak zorunda olduğu gibi, önceden birinin yaptığını
varsaydığı, yetkin bir resmi sunar. Sonra da, genel bir kavramı belli
bir örnekle birleştirir. Yetkin bir resim diyorum. Aklın gücüne boyun
eğdiği için, filozof, kendine bağışlanan imgeyi sözcüklere dökülmüş
bir betimlemeyle anlatır; ne vuran, ne delen, ne de ruhun özüne
diğerlerinden daha fazla sahip olan bir yapısı vardır.
Dışarıdan bakıldığında, yabancı şeyler için, hiç fil görmemiş bir
insana; şeklini, büyüklüğünü, rengini, üzerindeki belli işaretleri veya
görkemli bir sarayın mimarisini kim tam olarak anlatabilir?
Dinleyicinin, duyduğu güzellikleri tekrar edebilmesi sağlanarak, sanki
duydukları bu yöndeymiş gibi; hiçbir zaman, kendini de doğrulayan
gerçek bir bilgiyle, düşünceleri doyurulmuş olmaz. Fakat aynı kişi, iyi
resmedilmiş iki canavar veya model olarak iyi bir ev gördüğünde, hiç
bir betimlemeye gerek duymadan tarafsız bir anlayışa sahip olur.
Kuşkusuz ki, filozof, öğrendiği tanımla; belleğini, aklın sarsılmaz
temeline dayayarak, aslında karanlığa gider. Tabii ki, eğer, şiirin
konuşan resimleri aydınlanmış veya figüratif değil ise.
Sonuç olarak, bir filozof öğretir, fakat bu öğreti puslu bir öğretidir.
Çünkü, zaten bir şeyler bilen kişiler anlayabilir. Yani, zaten öğrenmiş
kişilere bir şeyler anlatılabilir. Şair ise, kesinlikle daha iyi bir
filozoftur. Aisopos’un öyküleri, bunu çok iyi bir şekilde kanıtlar. Hoş
alegorilerde, sıradan öykülerdeki canavarları alıp, canavardan daha
canavar yapar; aptal konuşmacılardan bile, erdemin sesi duyulmaya
başlanır.
Adamın biri şöyle der; şairin var olduğu evrensel doktrinde, bir
tarihçinin neler olduğunu söylemesi, kişiye, neyi izleyeceğinden emin
olmasını sağlar. Yanıt açıktır; eğer, olmuş olanların üzerinde durursa,
yani dün yağmur yağdı, öyleyse bugün de yağacak gibi bir mantık
kurarsa, nükteli bir fikir edinmek için avantaj elde etmiş olur. Ancak,
bir örnek, sadece benzer durumlar için geçerliyse, bir şair de vereceği
örneği en mantıklı yolla çerçeveleyip; savaş, politika veya özel
konularda kullanmalıdır. Tarihçi ise, kuru geçmişle iyiliği yönetmek
için, bizim kader dediğimiz şeyi anlatıp durur. Çoğu zaman da,
nedenini bulamadığı olayları anlatmaya çalışır. Nedenini bulsa bile,
bunu şiirsel olarak anlatmalıdır.
Dolayısıyla tarih, zihnimizi salt bilgiyle doldurmakla kalmayıp,
aynı zamanda, iyiyi de anlatmaya çalışır. Defne tacını şaire, zaferinin
bir unvanı olarak takar. Hem tarihçinin, hem de filozofun üzerinde
tutar. Ve öğretisi sorgulanabilir. Filozofun bazı yöntemlere
dayanması, şaire göre daha fazla öğretme yetisine sahip olmasını
sağlar. Ancak, ben yine de, hiç kimsenin bir filozofla, kişiyi harekete
geçiren şairi kıyaslarken, daha fazla filozof-sever olduğunu
zannetmiyorum. Kişiyi harekete geçirmek, öğretmekten daha yücedir.
Bu yönüyle, öğretisinde hem nedeni, hem de sonucu verebilir.
Öğrenmek, beraberinde ne gibi güzellikler getirir? Hala ahlaki
doktrinlerden söz ediyorum. Aristo’nun dediği gibi, meyve, derin bilgi
değil, eylem olmalıdır. Eylem, kullanılmadan nasıl hareketlenebilir?
Filozof, size bunun yolunu gösterecektir. Ayrıntılarla sizi bilgilendirir,
en can sıkıcı yollarını bile gösterir. Yolculuğunuz bittiğinde
hissettiğiniz huzuru, keskin dönüşlerle yoldan çıkabileceğinizi anlatır.
Ancak, tüm bunları kendinden başka kimse okumayacaktır. İçinde
sürekli bir tutkuyla, zorlu yolun yarısını bitirecek; yolun diğer yarısı
ise, filozofu sarmalayacaktır. Okumuş kişiler, gerçekten düşünmeyi
öğrenmiş olanlardır. Mantık, bir kere tutku üzerine egemenlik kurdu
mu; akıl da, özgür idaresiyle daha iyiye doğru gider. Aklımızın ışığı,
en az bir filozofun kitabı kadar iyidir. İyi olmanın iyilik getireceğini
doğadan biliyoruz ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu; filozoflar,
sanatın söylediklerini kapatmaya çalıştıkları halde biliyoruz.
Filozoflar, bunu doğal olmayan yollar veya tutkuyla hareketlendirmek
olarak algılarlar. Bu bir görevdir, bir çalışmadır.
Şiir, insan öğretileri içinde en eskisi olduğu için, diğer öğretiler,
kaynağını ondan almıştır; evrensel olduğu için de, kendini yetiştirmiş
hiç bir ulus, onu yadsıyamaz. Barbar uluslar bile, şiirsiz yapamazlar.
Romalılar ve Yunanlılar, şiire ilahi isimler vermişlerdir. Biri, “Gaipten
haber veren”; diğeri de, “Yaratıcı” olarak adlandırmıştır. “Yaratıcı”,
kesinlikle şaire uyar. Diğer sanat dalları, kendi kolları içinde sınırlı
kalırlar; her şeyi olduğu gibi alırlar. Öte yandan, şair, sadece kendi
gereçlerini getirir. Bir olaydan fikir edinmez; ancak, fikir edinmek için
bir olay yaratır. Ne betimlemeleri, ne de, sonuçları kötülük içerir.
Anlatılan şey, kötü olamaz; çünkü, etkileri okuyucuya iyilik ve zevk
vermelidir. Ahlaki doktrinlerde, tüm bilgilerin başı; sadece tarihçiyle
değil, öğretisi açısından, felsefeciyle de hemen hemen kıyaslanabilir.
Ve okuyucuyu harekete geçirmesi açısından, felsefe onun gerisinde
kalır.
İncil’de, belirsizliğin hiç olmadığı, bütünüyle şiirsel bir anlatım
kullanılan bölümler vardır. Koruyucumuz İsa bile, onun çiçeklerinden
payımızı çıkarmamızı öğütler. Bölümlerinin tamamı, birleşik
şekillerde değildir. Tamamı yorumlanabilen, sert çözümler verir.
Düşünüyorum ve doğru düşündüğümü sanıyorum ki; zafer kazanmış
kaptanlara verilen defne tacı, diğer tüm öğretilerden çok, şairin
zaferini onurlandırır. Dilimiz olduğu gibi, kulaklarımız da olduğu için;
en küçük nedenler bile, büyük gibi görünebilir. Karşılığında, yerine
koyacak hiçbir şeyimiz olmasa bile; şöyle bir düşünüp, teslim olmaya
veya yanıt vermeye değer olan karşıtlıklara karşı, kendimizi
savunalım. Özellikle tarihçiler, birçok şeyi doğrularlar. İnsanoğlu
puslu bilgisiyle, birçok yalandan zorlukla korunur. Ancak şair, daha
önce de söylediğim gibi; hiçbir zaman, körü körüne hiçbir şeyi
doğrulamaz. Şair, yazdığının doğru olduğuna, sizi inandırmak için
yalvarmaz ya da hokkabazlık yapmaz. Hiçbir zaman, hayal
dünyanızda daireler çizmez. Diğer tarih otoritelerini, tanık olarak
göstermez. Şair, güzel esin perilerini çağırır, onlardan esin alıp, yeni
şeyler yaratır. Gerçekte, neyin ne olduğunu veya olmadığını size bir iş
olarak anlatmaz. Ancak, ne olması veya olmaması gerektiğini anlatır.
Bu nedenle, gerçek olmayan şeyleri, yine sıralar. Çünkü, bunları
gerçek olmadığı için söylemez; yalanı ise, asla söylemez.
Oyun izlemeye gelen bir çocuk, eski bir kapının üzerine büyük
harflerle yazılmış olan Thebe yazısını görünce, bunun Thebe
olduğuna inanır mı? Peki, ya onun yerine bir adam gelip te; şairlerin,
olması gerekenleri resmeden insanlar olduklarını ve olmuş bitmiş bazı
öykülerle ilgilenmediklerini söylerse? Dolayısıyla, tarihte de olduğu
gibi; gerçeği ararken, yanlışlılardan korkup kaçarlar. Şiir, uygun bir
buluşun, yaratıcı alt yapısında, kurguya dayanılarak hazırlanır.
Burada, şairler şöyle yanıt verirler; şiirlerini yazdıkları insanlara,
çeşitli adlar veren şairler, dürüst olmayarak, o kişilerin yanlışlıklarını
da ortaya koyarlar.
Şiir, yalan sanatı değildir; gerçek bir doktrindir. Kadınsı bir
yumuşaklığı da yoktur. Cesareti, çarpıcı bir şekilde sunar. Aklı taciz
etmez; tersine, insanın aklını güçlendirir. Uzaklaştırılmamalı,
onurlandırılmalıdır. Yanlış konuşanların, şiirin duru kaynaklarına
üfledikleri hastalıklı nefesleriyle acı çekmek yerine; şairlerimizin
başlarına takmak için, daha fazla defne yetiştirelim!
JANUS PANNONIUS
Hayatı:
Asıl adı Jean Csezmicei olan Janus Pannonius, 29 Ağustos
1434’de Hırvatistan’da Eszeg yakınlarında doğar. Fakir ama soylu bir
aileden gelmektedir. Amcası Janos Vitez, önce Varad Piskoposu,
sonra Esztergom Başpiskoposu olan seçkin bir siyasi kişilik ve
Macaristan’daki ilk hümanist yazardır. Yeğenini 1447’de hümanist
eğitimin merkezi olan İtalya’ya gönderir. Önce, Guarini De Verone’un
hocalık yaptığı ünlü Ferrare Okulu’nda, klasik edebiyat dersleri alır.
Daha sonra, Padova Üniversitesi’ni tamamlayan Pannonius, bu
dönemlerde yazdığı dizelerle Kuzey İtalya’nın hümanist çevrelerinde
ün kazanır. 1458’de Padova Üniversitesi’nde hukuk doktoru olan
Pannonius, aynı yıl, kral Matthias Corvinus’un taç giyme töreni için
Macaristan’a döner ve Pecs Piskoposu olarak görevlendirilir. Ama
daha çok, Matthias Corvinus’un yazım görevlisi olarak çalışır. Bu
arada, bir mahkemede amcasını destekleyerek önemli bir rol oynar.
Kralın, Türklerin yayılmasına karşı politikasını desteklemek için
yazılar yazan Pannonius, krala, askeri seferlerde eşlik eder.
1465’te, Türklere karşı II. Paul’ün desteğini almak için Roma’ya,
papalık sarayına büyük elçi olarak atanır. Burada, İtalyan
hümanistlerle eski bağlantılarını kurmuş, yeni dostlar edinmiştir. Daha
sonra Macaristan’a dönen Pannonius, 1471 yılında, amcası Janos
Vitez ile beraber, Kral Matthias Corvinus’a karşı bir suikasta katılır.
Ancak, başarısızlığa uğrayınca, kralın intikamından korktuğu ve
kraldan canının bağışlanmasını istemediği için, Buda’dan ayrılır.
İtalya’ya kaçmaya çalışır, ancak, bir süre için kaldığı Zagreb
yakınlarındaki Medve Şatosu’nda 27 Mart 1472’de veremden ölür.
Eserleri:
A) Övgüleri:
1) Mantoue Prensi Louis Ganzague'’ye Şiir
2) Rene için Övgüler
Bu iki övgü, Ferrare Okulu döneminde yazılmıştır.
3) Padova’lı Ressam Andre Mantegna’nın Övülesi Tutumu
4) Giacomo Antonio Marcello’ya Övgü
Bu övgü, gençken, şairden sevgisini esirgemeyen, onu
yüreklendiren Padova valisi için, 1456-1458 yılları arasında
yazılmıştır.
Bu iki övgü, Padova Üniversitesi döneminde yazılmıştır.
5) Frederic III, Veronese ve bütün hayatı boyunca çalışarak
hazırladığı, ustası Guarini De Verone için övgüler.
6) Pannonius’a Övgü
Kendine yazdığı bu övgü şiirinde, Pannonius, misyonunun
Macaristan’ı Avrupa’nın saygın edebi topluluklarından biri yapmak
olduğunu vurgular.
B) Yergileri:
1450 yılında, on altı yaşındayken, Yahudilerin elli yılda bir
kutladıkları bir bayram töreni için, Roma’da toplanan hacılardan
menfaat sağlamaya çalışan Roma halkı ve piskoposlar üzerine bir dizi
iğneleyici yergi yazmıştır.
C) Ağıtları:
1) De sua Aetate (Yaşam Öğüdü Üzerine)
Pannonius’un on yedi yaşında kendisinden söz ettiği şiirinde, bir
delikanlının akli ve cinsel tutkuları yüzünden yaşadığı ruhsal ve
bedensel ıstırapları anlatır.
2) Ateşli Janus'tan Ordudaki Blasio’ya
Türk tehlikesinin üzüntüsünü yansıtan bir şiirdir.
3) Varad'a Veda
Yedi kıtadan oluşan bu şiirde, Pannonius, kısa ama hoş tatilini
geçirdiği Varad şehrinden ayrılmanın verdiği hüznü anlatıyor. Bu,
Pannonius’un en güzel ve en bilinen ağıtıdır.
4) Annesi Barbara'nın Ölümüne Ağıt
5) Askeri Karargahta Hasta Olmak Üzerine
6) Ruhuna
Pannonius, bu şiirinde, hastalıklı gövdesinden kurtulup özgürce
yıldızlara yükselmenin arzusunu dile getirir.
D) Diğer Eserleri:
1) Sel
Pannonius, bu en uzun şiirinde, Danube (Tuna) Nehri’nin
taşmasını, şairlik hayal gücü ile, ilahi bir taşkınlık olarak
yorumlamıştır.
2) Yıllıklar
Hayatının ikinci yarısında, kalemini, Kral Matthias Corvinus
hizmetine sunan Pannonius’un, dizeler halinde yazdığı Macar tarihi.
Ancak, bu eser kaybolmuştur.
3) Macar Dilbilgisi
Bu eser de, “Yıllıklar” gibi kaybolmuştur.
4) Rüzgarların Yarışı
Pannonius’un dört rüzgar arasındaki yarışı betimleyen Latince
eseri. Bu rüzgarlar Görkemli Euros, Fırtınalı Austral, Korkunç Boree
ve Yumuşak Zephyr’dir. Dört rüzgardan her biri, kendi değerini
göstermek amacıyla, değişik tablolar çizerler. Rüzgarların efendisi
Eole, yarışın hakemliğini yapar ve yarış sonunda, zafer tacını
Boree’ya verir. Bu şiirde, klasik bir tarz da, modern ya da romantik
endişelerin izini bulmak ta zor değildir. Şiirde, zaman zaman gerçek
bir lirizme uzanan izlenimlerin ve canlı doğa görüntülerinin varlığı
dikkat çeker. Bu eser; 1567’de, Viyana’da, hümanist Macar yazar
Janos Zsamboky tarafından yayınlanmıştır.
Sanatı:
Macar Rönesans’ının en önemli hümanist yazarı olan Pannonius,
kısa yaşamının önemli bölümünde, memuriyetinin zorunluluk ve
sorumlulukları yüzünden engellediği halde, kültür adına çalışmaktan
vazgeçmemiştir. Macar toplumunun sanatsal beğeni ölçütlerini göz
önüne alarak, Macar aydınlanma sürecindeki ihmaller ve eksikliklerle
mücadele etmiştir. O, halkı için, hayali saadet ülkesi Arcadia’yı
yaratmayı sağlamak için çalışmıştır.
Yeni-Platoncular’ın fikirlerinin etkisinde kalmış, İtalyan
hümanistleri ile devamlı temas halinde olmuştur. Bunlardan, özellikle,
Marsilio Ficino ile diyalog kurmuş; Ficino da, 1469 yılının ağustos
ayında Eflatun’un Şölen adlı eseri üzerine yayınladığı incelemeyi,
hayranı olduğu Pannius’a ithaf etmiştir.
Rönesans düşüncesini özümseyen Pannonius, özellikle ortaçağ'ın
dinsel baskılarından kurtulmuş insanının yaşama sevincini yansıtan
epigramlar yazmıştır. Eserlerinde, konuyu seçerken, birçok çağdaşının
aksine; bilimsel konulardan uzaklaşıp, deneyimlerinden yararlanarak,
yaşamsal gerçeklere yönelmiştir.
Pannonius, Rönesansın en iyi Latince şairi sayılsa da, eserleri bir
sonraki yüzyılda, Macar ruhunun tek gerçek kaynağı olan ulusal dilin
yerleşmesi ile unutulmuştur.
Pannonius
Şiirlerinden Seçmeler:
Çeviren: Özlem Yaşayanlar
Sadece Eski Kitapları Seven, Bartholomew
Binlerce kitap yazıldı yıllar boyunca,
Öğrenildi belki de, ancak değildi hiçbiri,
Büyük birer sanat eseri;
Sadece, benim dizelerimden daha eski olduğu için.
Sizin, eski zamanlara saygınız büyük;
Ancak, bu zamanın büyüklerini de saymalısınız.
Şimdi ben, yeni olan her şeyden zevk alıyorum;
Eski ve bozulmuş olandan değil, Bartholomew.
Ne isteyebilirim ki, tadı değişmeyen
Sanırım şunu isterim, tehlikeli olduğu halde senden:
Dilerim iyi ve yeni araba, tercih edersin ucuzunu
Ve sadece çürük elmalar geçsin boğazından;
Dilerim, iyi Polyxena yatmaz senin yatağında,
Onun yerine Hekabe - kraliçe değil - bir fahişe olarak.
Sylvia’ya
Bir çocuğun olduğunu söylüyorsun, benim de babası.
Bırak bunları Sylvia, bu nasıl doğru olabilir?
Neden onun yerine, “İşte ayakkabımı delen buydu!”
Demiyorsun, devedikenlerinin içinde yürürken?
Libera’ya
Ben isterken, sen istemiyorsun ve ben istemiyorken de sen istiyorsun.
Peki, ne zaman Libera, sen alacaksın ben verirken?
Lorenzo Valla’nın Ölümü Üzerine
Geyik, yüzlerce yıl yaşar
Ve yüzlerce yıl da karga;
Ancak, Valla vaktinden önce ölür.
Öyleyse, Tanrılar var mıdır gerçekten?
Kral Matthias’ın Babası, Janos Hunyadi’ye Mezar Kitabesi
Pannonia’nın savunmasında, Türk ordularının kamçısıyla,
Janos Hunyadi yatar burada -eğer yatıyorsa bu toprakta -
Belgrad’ın aşağısında, savaştı düşmanla
Ve fethetti ölümü; böylece, yükselerek göklere.
Kahramanlar çıkarken savaştan zaferle
Ve defne yapraklarıyla; sadece, o ulaşmıştı cennetin en yükseğine.
Yüklü Meyve Ağa
Bir keresinde gövdemi dosdoğru gökyüzüne sürdüm,
Şimdi başım sarkık ve yere sürtüyor.
Beni selamlayan yükler sonsuzda değil;
Beni yere çeken, kendi mutsuz yüküm.
Işığın solduran gücüyle ayrıldı diğerleri
Ve onun güzelliği sonum oldu benim.
Güvende ve iyi olmalıydım onun için
Ve aşkımın belirtisiydi aşağıya çeken beni.
İki kenarlı siyah bir baltadan başka bir şey değildi buca emek
Ve atılırdım tereddütsüz ateşe, onun için.
Fındık ağaçlarından bile daha kötü bir kaderdi bu: yıkıldım.
Yıkıldım, kendi meyvemle, o da kendi meyvesiyle;
Agamemnon’un karısının dölüyle,
Veya kim olursa, hiç düşünmeden savaşa göndereceği.
Eğer, annelerini böyle ödüllendiriyorsa çocuklar,
Nerede doğanın kutsal güçleri?
Rahimlerinde büyüyen yükten kurtulmak için,
Şaşmamak gerek, anneler çocuksuz olmayı dilerse.
Acımasız kırağı, çiçeklerimi yok etmeseydi;
Erken gelen baharla, yeni goncalar açtığında.
Veya götürmeseydi rüzgar, bahtsız varlığımı,
Tatlı böğürtlenlerimin altında sızlanırken ben.
Gün ortasında boş bir gölgelik bulmayı çok isterdim
Ve isteyerek verirdim bu onuru çınar ağacına.
O zaman uyarıyorum seni, güzel dallarım,
Uzun kollarını olabildiğine havaya uzatan;
Zengin meyve bahçelerinde övünüp kasılma,
Daha iyidir kaderin; yenmeyen yaprakların varsa.
Meyveler, hep sorundur onları doğuranlara;
Zararsız ve görüntüdür oysa yapraklar.
Ve sen oradan geçerken, biraz zaman ayırırsan,
Destek olmak için sarkan yapraklara;
Bir gezginin avucundaki iyilik,
İyileştirir, kardeşinin neden olduğu üzgün yaraları da.
O yüzden, bir destek koyuver, zayıf dalların altına;
Ki, bir şeyler koparabilesin bir daha geldiğinde.
Dilerim, hafif olur yükün ve böylece hiçbir şey olmaz;
Kandaşına olan görevine, aşkını bozacak.
Pannonia’ya Övgü
İtalya toprakları bir zamanlar,
Kaynağıydı bütün şarkılarımın;
Sana, güzel Pannonia’m,
Artık, sana ait o onur.
Büyük bir zafer kazandım, bu kesin,
Fakat yağdırdı daha fazlası sana;
Vatanımda namlı şöhretini,
Dışarıya yayan ruhum.
Pannonia’lı Badem Ağacı
Herkül bile göremez, bu güzelliği,
Hesperides’in bahçesinde;
Ne de Phaeacia’nın adasında Ulis.
En sıcak ve zengin topraklardaki
Ve soğuk Pannonia’daki mucize!
Bu badem, cesurca açar çiçeklerini kışın,
Erken açanları götürse de kırağı
Geç kalıyor hala kırlangıç. Neden öyleyse, ağacım,
Bu kadar telaşlısın kucaklamak için baharı?
Huzur Duası
Her şeye kadir Tanrım, kim tek başına yönetebilir,
Sonsuza dek cenneti; göğün ve yıldızların üzerindeki.
Şöyle bir bak, karanlık dünyamıza;
Sonsuz kavgalar ve vahşi Mars’la yıkılan.
Duacısı olduğumuz huzuru, bağışla bize ulu Tanrım;
Hastalıkları ve acı ölümü uzak tutan.
Mars’a Bir Huzur Duası
Gökleri yöneten beşinci küre, yüce Mars,
Başlığı kan kırmızısı ışıklar saçan;
Ulu Juno’nun oğlu, Satürn’ün ilahi ırkından!
Sen, göklerin bekçisi, Titanların korktuğu,
Savaşın ve barışın Tanrısı, yağmalamayı seven;
Erkeklerin gururu, ilahi isteği kutsal olan.
Yüce Mars, üzerindeki ışıldayan zırhınla,
Şehirleri yıkıp, tarlaları bozan;
Kiminle tenhalaşır, Tartarus dolu dünya,
Senin içtiğin kanlarla ve yuttuğun ölü vücutlarla.
Senin eserin, erkeklerin hastalıkları ve kadınların laneti!
Fakiri zengin yaparsın ve zengini fakir,
Barıştan nefret edersin ve korkunç açlığı getirirsin;
Terörün yazarı ve korkunç paniğin kaynağı,
Bırak artık Pannonia’nın yorgun halkını, kabul et duamı.
Pannonius’un Bir Eseri